“Oyunlar her şeyden önce gönüllü eylemlerdir. Çocuk ve hayvanlar oynarlar, çünkü oynamaktan zevk alırlar ve özgürlükleri tam da bu noktada açığa çıkar. Oyun bu bağımsız karakteri ile gerçek hayattan kaçarak kendine yeni bir yaşam alanı yaratır.”
İnsanoğlu, “Homo Sapiens”e aşinadır fakat çoğumuz, “Homo Ludens”in ne anlama geldiğini bilmiyoruz. “Homo Ludens de nedir?” dediğinizi duyar gibiyiz. Yoksa siz hiç oyun oynayan insan görmediniz mi? Evet, yanlış duymadınız Homo Ludens, oyun oynayan insan demek. Oyun oynamamış insan bulunamayacağına göre rahatlıkla “İnsanoğlu, her şeyden önce Homo Ludens’tir” diyebiliriz.
GamFed Kitap Kurtları, henüz okumamış olanlara Johan Huizinga’nın “Homo Ludens – Oyunun Toplumsal İşlevi Üzerine Bir Deneme” adlı kitabını şiddetle tavsiye ediyor ve bu başucu kitabını okudukça oyunun gücüne hayret edeceğinizi vurguluyor.
İnsan denen canlının yaradılışına kadar uzanan oyun tarihini okurken “Yumurta mı civcivden yoksa civciv mi yumurtadan çıkmıştır?” sorusuna benzer bir soru çıkıyor karşımıza: “Oyun mu kültürden yoksa kültür mü oyundan doğmuştur?”
Siz ne düşünüyorsunuz?
Bu kitabı okuduktan sonra başta ne düşündüğünüzün pek bir önemi kalmıyor zaten, çünkü Huizinga, oyunun her şeyden önce var olduğuna ilk sayfalardan itibaren sizi ikna etmiş oluyor. Oyunun tanımını ise bu eserinde oldukça ayrıntılı yapıyor: “Oyun, özgürce razı olunan ama tamamen emredici kurallara uygun olarak belirli zaman ve mekân sınırları içinde gerçekleştirilen, bizatihi bir amaca sahip olan, bir gerilim ve sevinç duygusu ile “alışılmış hayat”tan “başka türlü olmak” bilincinin eşlik ettiği, iradi bir eylem veya faaliyettir.”
“Oyun mu oynuyoruz burada? Biraz ciddi olun lütfen!”
“Oyunu bırak kardeşim! Sadede gel!”
“Hoppala! Oyuna geldik resmen.”
“Bir oyunun içindeyiz ama hadi hayırlısı.”
“Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır.” diyen Ludwig Wittgenstein o kadar haklı ki… Oyunu ciddiye almayan bu tür cümleler kurarsak tabii ki onun ciddiyetini asla sorgulamayız. Neyse ki Huizinga bunu sorguluyor ve oyunun ciddi bir şey olduğuna okuyucuyu ikna ederken bilimin en temel adımlarını kullanıyor. Oyun-ciddiyet antitezi ile yola çıkarak ciddi olan ve olmayan şeyleri oyunla karşılaştırıp okuyucuyu etkiliyor. Örneğin “gülmek” eyleminin ciddi olmadığını ayrıca oyunla alakası olmadığını belirtirken satranç oyununun da derin bir ciddiyet içinde gerçekleştiğini vurguluyor. Mesela, satranç göze görünür her tür güzellikten yoksun ve bir de üstelik kültürel açıdan verimsiz olmasına rağmen, seyredenleri gene de coşturduğu söylenir. Bununla birlikte “oyun çarpışmadır ve çarpışma oyundur” bu sempatik tutarlılığa ilişkin olarak:
Abner, Joab’a şöyle demektedir: “Gençler hazırlansınlar ve karşımızda oynasınlar” Vulgate ise “İki taraftan on ikişer kişi gelir; Hepsi birbirlerini öldürür ve öldükleri yer, kahramanlık çağrıştıran bir ad alır” demiştir. Çünkü insan öyle bir duyguyla kazanmak ister ki bu durum oyunun hafifliğini ortadan kaldırır. Oyunun ciddi bir iş olduğuna vurgu yapar.
“Ciddiyet oyun ile zıt olarak tanımlansa da tıpkı mahkemelerde adalet dağıtan perukalı hakim ve avukatlar gibi oyun ciddiyeti rahatlıkla içerebilir –ki bu perukanın işlevi, ilkel toplumların dans maskelerinin işlevine çok benzemektedir-.”
Oyunun savaştan daha ciddi olduğunu kimse düşünmüyordur herhalde? Platon, bu konuda oldukça ilginç bir yaklaşımda bulunuyor ve oyunun savaştan daha önemli olduğunu çünkü hayatta en ciddi gördüğümüz oyunu ve eğitimi içinde barındırmadığını ifade ediyor. Bu bakış açısı ile bakıldığında “Homo Ludens”in bizleri çıkardığı düşünce yolculuğunun baştaki fikirlerimizi değiştirdiğini itiraf etmeliyiz.
Oyunun özellikleri; serbestlik, vazgeçilmezlik, sınırlılık ve düzenlilik olarak eser boyunca çeşitli kültür ve dilden örneklerle karşımıza çıkmaktadır. Oyun, düzenin ta kendisidir. Düzene uyan değil düzeni oluşturandır. Düşünün ki tavla oynayan iki insandan biri, “Ben zar atmak istemiyorum. Rastgele oynayacağım.” derse ne olur? Karşısındaki kişi sinirlenebilir veya o kişiyle oyun oynamayı tercih etmeyebilir. Çünkü oyunun kuralları değiştirilemezdir. Yeri ve zamanı gelir anayasalar bile değişir ama oyunun kuralları değişmez. Zenginleştirilip başka bir oyuna dönüştürülebilir fakat yeni oyunun dahi değiştirilemez kuralları olmalıdır.
Oyunda sonucun değil sürecin önemli olması da onun başka bir özelliğidir. Oyunun sonunu tahmin etmek heyecanımızı yarıda keser ve bizi akıştan koparır. Huizinga, kitabında bu durumla ilgili şaşırtıcı bir örnek sunuyor bize ve bir İran şahının atlardan birinin diğerinden daha hızlı koştuğunu bildiği gerekçesiyle bir at yarışını izlemeyi reddettiğini söylüyor. Oyunda sürecin önemi, çok doğal bir olgudur. Dâhil olmadığınız bir oyunda kazanmak veya kaybetmenin de önemi olmayacaktır çünkü. Seyirci olarak da sürecin içinde ve akışta kalabilirsiniz. Önemli olan oyunu yaşamaktır.
Kültürümüzde de karşımıza sıklıkla çıkan oyunun çocuğa özgü ve çocuksu olduğuna ilişkin düşünce, Huizinga tarafından şiddetle reddedilmektedir. Çünkü oyunun aslında kutsal kutlamalar, hukuk, savaş, bilgelik ve şiir gibi alanların kökeni olduğunu belirtirken bunu çocukların oynadığı oyunlarla sınırlandırmanın yanlış olduğunu farklı kültürlerden verdiği örneklerle ispatlıyor.
Huizinga’nın ifade ettiğine göre Platon, insanın Tanrı’nın oyuncağı olmak üzere yaratıldığını ve insanoğlunun payına düşen en iyi şeyin bu olduğunu vurgulamıştır. O halde bu kadar hayatın içinde olan şeyin, yani oyunun gücünü fark edelim ve değerini bilelim Platon’un ve Huizinga’nın hatrına.
GamFed Türkiye Kitap Kulübü