“Hikâyelerin insanların kalplerine seslenmek gibi benzersiz bir gücü vardır.” (Peter Guber)
Hikâye anlatıcılığının en eski örneklerinin Fransa’da bulunan ve günümüzden 42.000 yıl öncesine ait mağara resimleri olduğunu biliyor muydunuz? Ya da yaşam serüvenimizde hikâyelerle ilk karşılaşma noktamızın çoğu zaman aile ortamlarımız olduğunun farkında mıyız? Cevabınız ne olursa olsun, insanların aralarında güçlü bağlar kurmak ve yaşam deneyimine ait kütüphanesini gelecek nesillere aktarmak için hikâyeleri uzun yıllardır kullandığı gerçeği değişmeyecek. Çünkü yüzyıllar boyunca insanlık düşünsel birikimini aktarmanın en temel yolu olarak sözlü anlatımı kullanmıştır. Kurguya ve nedensellik temeline dayalı olması sebebi ile ise bu anlatım türü zihnimiz tarafından daha kolay anlaşılabilmektedir. Sözlü anlatımın aktif olduğu ve anlatılan olaylar dizisinin akılda kalıcılığını artıran en önemli tekniklerden biri ise hikâyelerdir. Hikâyelerin etkili olmasının başlıca nedeni verilmek istenen mesajın doğrudan verilmiyor olmasıdır. Bir hikâye anlatılır ve herkes üstüne düşeni alır.
Peki, 1965 yılında İskoçya’da ortaya çıkan bir öğrenme yöntemi olan hikayeleştirmenin öğrenme ve akılda kalma süreci üzerinde etkili olmasının nedeni nedir?
Bu noktada verilecek en doğru cevap şudur: Zihnimiz hikâyeleri imgeler ile düşünmektedir. Yani zihnimiz, eylemler ve konuşmalar için kısa kısa hikâyeler oluşturur. Bunu yapabilmenin koşulu ise, konuya ve hikâyeye anlam yönünden yeteri kadar hâkim olmak, konuya ait görüntüyü öğrencilere gösterilebilecek anlamlı sözcükleri yan yana dizmek ve zihinde ayrıntıları ile görünebilen bir fotoğraf oluşturmaktır. Dolayısıyla sözcükler simgelerdir ve belirli imgesel tasarımlar veya açık seçik düşüncelerle doldurulmazlarsa boş kabuklar gibi kalacaklarını söylemek yanlış olmayacak. Hikâye anlatım süreci anlatıcı, izleyici ve hikâyeyi içine alan yaşamsal bir döngüden oluşmaktadır. Bu süreç içerisinde ise izleyici/öğrenen içerik tüketicisi olma rolünden sıyrılır ve koku, tat, görme ve hissetme duyularına da hitap edilen bir içerik üreticisi rolünü üstlenir.
Hikayeleştirme yöntemini etkili şekilde kullanabilmek için karşımıza iki temel kavram çıkmaktadır: Metaforlar ve çatışma unsuru. Bu iki kavram hikâye anlatımında dinamizmi ve akılda kalıcılığı sağlayacaktır. Ancak unutmamamız gereken şey her hikâyenin bir dinleyici kitlesi olduğu ve her hikâyenin dinleyici kitlesi ile bağlantılı olarak var olabileceğidir.
Görsel ve işitsel duyulara hitap edebilen hikayeleştirme yönteminin bir çoğumuzun günlük yaşamında önemli ölçüde kendine yer bulan tiyatro ve film gibi diğer anlatı biçimleri ile ortak özelliği var mıdır?
Bu soruyu Yunan draması ve Shakespeareci dramadan yola çıkarak cevaplayan Freytag, beş ana bölüm (serim, yükselen aksiyon, doruk, düşüş ve sonuç) tanımlamıştır. Aşağıda bu bölümleri Freytag Piramidi’ndeki yerleri ile birlikte daha anlaşılır şekilde görebilmek mümkün.
Dolayısıyla “Geleceğin okulu belki de bizim bildiğimiz gibi masa, sıra ve öğretmen kürsüsü değil; belki bir tiyatro, bir müze ya da konuşma olabilir.” diyen Tolstoy sahip olduğu güçlü öngörüsü ile öğretimde yaratıcı yolların olması gerektiği konusunda son noktayı koyuyor.
Sonuç olarak,
Yukarıda özetlenen teorik girişten sonra fen bilgisi, matematik, sosyal bilgiler ve yabancı dil öğretiminde spesifik uygulama önerileri sunan kitap, okuyucuya eğlenceli bir rehber olma özelliği taşıyor.
Bu yazı Gamfed Türkiye gönüllüsü Nagihan İlaslan tarafından kaleme alınmıştır.