GamFed Kitap Kulübü olarak belli bir insan modelinin dayatıldığı bu çağı sorgulayan ve “ortalama” tuzağından kurtulmak isteyen bir kitap ile karşınızdayız: Ortalamanın Sonu.
Lisedeyken okuldan ayrılan ve uzun bir aradan sonra tekrar eğitim hayatına dönen Harvardlı Tood Rose kitabında kendi kişisel deneyimlerini bilim ve tarih ile harmanlayarak her bireyin ortalamaya göre değerlendirilmesinin bilimsel olarak yanlış olduğunu anlatıyor.
Todd Rose; eğitim, gelişim ve insan kaynakları yönetimi alanlarındaki kabullerimizi sarsacak olan Ortalamanın Sonu adlı kitabına ABD ordusunun, 1940’larda uçaklarının “mükemmel” tasarımına rağmen başarısız pilotluk tecrübelerinden dolayı büyük kayıplarını anlatarak başlar. Bu başarısızlığı “Kokpiti ortalama pilota uyacak şekilde tasarladıysanız aslında hiç kimseye uymayan bir kokpit tasarlamışsınız…” diyerek özetler ve bakış açımızı kitabın başında değiştirir: “Ortalama kişiyi merkez alarak tasarlanan her sistem başarısızlığa mahkumdur.” Google’dan Amazon’a, Deloitte’den Zoho Üniversitesine; personel alımı, eğitimi, yönetimi üzerine klasik ve çağdaş yaklaşımlardan yola çıkarak karşılaştırmalı değerlendirmeler yapar.
Hepimiz birbirimizden farklıyız. Fakat buna rağmen her gün her birimiz ortalamalara göre ölçülüyor, ne kadar yaklaştığımıza ve da ne kadar uzağında kaldığımıza göre değerlendiriliyoruz. Ortalama kendimizi nasıl gördüğümüzü etkilemekle birlikte toplumumuzun tamamı bu “ortalama herkese uyar” düşüncesi üzerine kurulu. Kitapta okullarda, iş yerlerinde, sağlık sisteminde bu konunun nasıl ele alındığına dair örnekler ve bilimsel veriler yer almaktadır.
Ortalamalar Çağı’nın başlangıç ve gelişim evrelerinin incelendiği bu kitapta, okula ve iş hayatına meydan okumaktan ziyade, eğitim sürecinin doğuşundan başlayarak gerçeğe kapı aralamak ister yazar. Kitapta ortalama vücut ölçüsü diye bir şey olmadığı gibi ortalama yetenek, ortalama zekâ veya ortalama karakter diye bir şeyin olmadığını da öğreniyorsunuz. Ortalama öğrenciler veya ortalama çalışanlar, dolayısıyla ortalama beyin diye bir şey de yoktur. Bu bilindik kavramların her biri, yanlış yönlenmiş bilimsel hayal gücünün bir ürünüdür. Modern ortalama kişi kavramımız, matematiksel bir hakikat değil, bir buçuk yüzyıl önce kendi çağlarının toplumsal problemlerini çözmek isteyen iki Avrupalı bilim insanının icadı olduğunu ekliyor.
Bireyleri anlamanın tek yolunun bireyselliğe odaklanmak olduğunu net çizgiler çizerek belirtiyor. Eğitimi her bireyin öğrenebileceği hale getirmek için üç prensip öneriyor: dalgalılık, bağlam ve farklı yollar.
Dalgalılık prensibi; karmaşık ve “dalgalı” bir şeyi anlamak için tek boyutlu düşünmeyi uygulayamayacağımızı anlatır. Peki dalgalı olmak tam olarak nedir? Bunun için iki kriter vardır: Öncelikle niteliğin birçok boyutu olmalıdır. İkinci olarak bu boyutların birbiriyle ilişkisi zayıf olmalıdır. Dalgalılık sadece vücut ölçüleriyle sınırlı değildir; yetenek, zekâ, karakter ve yaratıcılık gibi hemen her insani özellik dalgalıdır. Her bireyin kendi dalgalı profiline dikkat etmedikçe başarılı olamayız.
Kendi dalgalı profilimizin farkına vardıktan sonra neleri yapabileceğimizi sınırlandıran tek boyutlu yetenek anlayışlarının tuzağına düşme olasılığımız azalır. Kendi dalgalı profillerimizin farkına varmak, bütün potansiyelimizin anlamanın ve ne olmamız gerektiğine ilişkin ortalamaya dayalı keyfi bildirimler tarafından hapsedilmesi reddetmenin ilk adımıdır.
Yazarımız, “Bloom, öğrencilerin öğrenme hızında biraz esnekliğe izin verildiğinde öğrencilerin büyük çoğunluğunun son derece başarılı olduklarını gösterdi.” diyerek her bireyin aynı tarzda eğitim almasına karşı çıkar.
Bağlam prensibi; bireysel davranışın özel bir durumdan ayrı açıklanamayacağını ya da öngörülemeyeceğini ve durumun etkisinin onu deneyimleyen birey hesaba katılmadan düşünülemeyeceğini ileri sürer. Bir başka deyişle davranış, özellik veya durum tarafından belirlenmez, ikisinin benzersiz etkileşiminden doğar. Bir kişiyi anlamak istiyorsanız ortalama eğilimlerinin açıklamaları veya “esas doğa” temelli açıklamalar kesinlikle yanıltıcıdır. Bunun yerine, kişinin bağlama özgü davranışsal imzalarına odaklanan yeni bir düşünce tarzına ihtiyaç vardır. Bağlam prensibi, otokontrolün belirli bir durumdan ayrı var olamayacağını hatırlatır.
Rose’a göre “İnsan gelişiminde evrensel olarak sabit sekanslar yani büyümek, öğrenmek veya amaçlarına ulaşmak için herkesin geçmesi gereken aşama grupları yoktur.” Her birey aynı amaca kendine has bir yolda yürüyerek de ulaşabilir.
Yollar prensibi; bu prensip iki önemli noktayı doğrular: İlk olarak, hayatımızın her yönünde ve herhangi bir amaç doğrultusunda aynı bir şey sonuca ulaşmanın eşit ölçüde geçerli birçok yolu vardır. İkinci olarak, sizin için hangi yolun optimal olduğu kendi bireyselliğinize göre değişir.
‘’Her gün ortalamalara göre ölçülüyor, ne kadar yaklaştığımıza ya da ne kadar uzağında kaldığımıza göre değerlendiriliyoruz. Ancak ortalama sadece kendimizi nasıl gördüğümüzü etkilemekle kalmıyor, toplumumuzun tamamı bu “ortalama herkese uyar” modeli üzerine kurulu. Okullar ortalama öğrenciler için tasarlanmış. Sağlık hizmeti ortalama hasta için tasarlanmış. İşverenler iş tanımlarını ortalama kariyer yolunda ilerleyen çalışanlarla doldurmaya çalışıyorlar. Hükümetler ortalama insana hizmet etmeye yönelik programları ve girişimleri uygulamaya koyuyorlar. Bir yüzyılı aşkın süredir, kurumlarımızı yönetmenin en iyi yolunun ortalama insana odaklanmak olduğuna inanıyoruz. Ancak rakamları deştiğinizde, inanılmaz bir gerçekle karşılaşıyorsunuz: Kimse ortalama değil. Yani herkes için kurulmuş olan toplumumuz gerçekte kimseye hizmet etmiyor’’.
Yazımızı yazarın başladığı yerde bitirelim:
“Ortalama Çağı’nın bize dayattığı sınırlamalara ihtiyacımız yok artık. Sisteme uyum sağlamak yerine bireyselliğe değer vermeyi seçerek ortalamacılığın tiranlığından kurtulabiliriz.
Önümüzde parlak bir gelecek var ve bu gelecek ortalamanın son bulduğu yerde başlıyor.”
GAMFED KİTAP KULÜBÜ