Gamfed Türkiye Kitap Kulübü Sunar: Oyunun Ontolojisi – Yücel Dursun

Yirminci yüzyıl, hızlı ve köklü siyasi, toplumsal ve ekonomik dönüşümlerle birlikte oyun düşüncesinin ön plana çıktığı bir dönem olmuştur. Bu çağda “savaş oyunları”, “stratejik oyunlar” ve “politik oyunlar” gibi kavramlar sıkça kullanılmış, oyun kavramı yalnızca eğlence açısından değil, iktisadi, matematiksel ve bilimsel açılardan da ele alınmıştır. 

  1. Bir eylemi “oyun” yapan unsur nedir?
  2. Tüm oyunlarda ortak olan bir özellik var mıdır?
  3. Oyunları oyun yapan belirli bir öz var mı? 

Gibi sorulardan yola çıkarak oyunların varoluş biçimleri anlamaya çalışılmıştır. Bu kapsamda, Ludwig Wittgenstein oyunların ortak bir tanıma sahip olmadığını, ancak aralarındaki benzerlikler nedeniyle bir bütün oluşturduklarını öne sürer. Ona göre, oyunları tanımlayan tek bir öz yoktur, ancak belirli ortak noktalar içeren bir “aile benzerliği” vardır. Örneğin, kâğıt oyunları, satranç veya futbol gibi oyunlarda kazanmaya ve kaybetmeye yönelik benzer yönler bulunmaktadır. Oyunlar arasında kesin sınırlar olmasa da, bu benzerlikler onları bir “aile” içinde birleştirir.

Felsefe tarihinde oyun kavramı, klasik dönemden modern döneme kadar pek çok filozof tarafından ele alınmıştır. Herakleitos, “Aion, dama oynayan bir çocuktur; krallık çocuğundur” ifadesiyle oyunun evrensel ve varoluşsal boyutuna dikkat çekmiştir. Platon ve Nietzsche ise oyun kavramını etik, estetik ve varoluşsal açılardan değerlendirmiştir. Heidegger, Derrida, Gadamer ve Huizinga gibi düşünürler, oyunu bütünsellik, merkezilik, yapı gibi felsefi kavramlarla ilişkilendirerek yeni anlamlar kazandırmıştır.

Yine yirminci yüzyılın önemli oyun kuramcılarından Johan Huizinga, oyunun yalnızca bir eğlence aracı olmadığını, aynı zamanda insan kültürünü şekillendiren temel bir unsur olduğunu savunur. Huizinga’ya göre, oyun ve ciddiyet arasındaki ilişki, oyunun toplumsal ve bireysel yaşamdaki yerini belirlemede önemli bir rol oynamaktadır.

Oyun kavramına yönelik felsefi analizler, diğer bilimsel yaklaşımlardan farklı olarak, oyunun ontolojik boyutuna odaklanmaktadır. Bilimsel incelemeler genellikle oyunun psikolojik, sosyolojik veya ekonomik etkilerini ele alırken, felsefi analizler oyunun varlık yapısını ve anlamını sorgulamaktadır. Bu doğrultuda oyun kavramının tarihsel, ontolojik ve felsefi incelemesi, onun insan düşüncesi ve kültüründeki önemini ortaya koymaktadır. Wittgenstein’ın aile benzerliği kavramı, oyunların kesin bir tanıma sahip olmamakla birlikte, ortak unsurlar taşıyan bir bütün oluşturduğunu göstermektedir. Herakleitos’tan Huizinga’ya kadar uzanan bu düşünsel süreç, oyunların yalnızca bir eğlence aracı olmanın ötesinde, varoluşsal ve kültürel bir fenomen olarak değerlendirilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır.

Heidegger’in düşüncelerinde oyun kavramı doğrudan merkezde yer almaz, ancak bazı eserlerinde dolaylı olarak ele alınır. “Sein und Zeit” (Varlık ve Zaman) adlı temel eserinde Spielraum (oyun alanı) kavramına çok az yer verilse de diğer metinlerinde oyunla ilişkili kavramlar bulunur. Özellikle “Der Satz vom Grund” (Yeter Sebep İlkesi Üzerine) adlı eserinde, oyun kavramı neden, temel, varlık, logos, physis ve hakikat gibi kavramlarla bağlantılı şekilde ele alınır. Heidegger’e göre oyun alanı, aydınlık ve gizlemenin mücadelesinin yaşandığı bir mekândır. Bu alanda var olanlar hem açığa çıkar hem de tekrar gizlenir. Gizlemenin (Das Verbergen) rolü burada belirleyicidir. Ayrıca, bu oyun sahası bir hareket alanıdır ve Heidegger’in “Ereignis” (mal edici vuku bulma) kavramıyla bağlantılıdır. Bu bağlamda insan, oyun alanındaki varlıkların akışı içinde hareket eden bir özne olarak konumlanır. Sonuç olarak, Heidegger’de oyun, varlık ile açığa çıkma ve gizlenme süreçleri arasında dinamik bir ilişkiyi ifade eden derin bir kavramdır.

Heidegger’in düşüncesinde “Zamansal Oyun Alanı” (Zeit-Spiel-Raum), varlığın açığa çıkışı ile gizlenmesi arasındaki dinamik süreci ifade eder. Spielraum (oyun alanı) kavramı, varlığın kendini gösterdiği ve gizlendiği bir hareket sahnesidir. Bu sahne, sadece mekânsal değil, aynı zamanda zamansal bir akış içinde var olur. Yani, var olanlar sadece belirli bir yerde değil, aynı zamanda belirli bir zaman içinde açığa çıkıp tekrar gizlenirler ve Heidegger’in Geschick (kader, tarihsel yazgı) kavramı devreye girer. Geschick, bireysel bir kaderden ziyade, varlığın tarihsel olarak belirli bir dönemde, belirli bir şekilde açığa çıkmasını ifade eder. Heidegger’e göre, varlık tarihsel süreç içinde farklı şekillerde görünür olur ve bu açığa çıkma biçimi, insanın anlam dünyasını şekillendirir. Zeit-Spiel-Raum, insanın varlıkla olan ilişkisinin hem zamansal hem de mekânsal boyutunu kapsayan bir oyun alanıdır. Bu oyun alanında insan, sadece bir oyuncu değil, aynı zamanda varlığın açığa çıkışına tanıklık eden ve bu sürece dâhil olan bir varlıktır. Geschick ise, bu oyunun tarihsel belirlenimi, yani varlığın belirli bir dönemde hangi şekilde tezahür edeceğini ifade eden kavramdır. Heidegger’de Zamansal Oyun Alanı (Zeit-Spiel-Raum), Dasein’ın (insan varlığı) varlıkla ilişkisini şekillendiren iki boyutlu bir alan olarak ele alınır:

  1. Yatay Oyun Alanı → Dasein’ın diğer varolanlarla olan ilişkisini ifade eder.
  2. Zamansal Oyun Alanı → Dasein’ın varlıkla olan ilişkisini ve varlığın açığa çıkma sürecini kapsar.

Kader kavramı, varlığın tarihsel olarak belirli bir dönemde kendini açığa çıkarma biçimini anlatır. Varlık, bir oyun gibi gizliliğini açarak kendini sunar ve bu süreç, açığa çıkarma ile ilişkilidir. Bütün bu süreçler bir ontolojik çerçevede gerçekleşir ve Heidegger bunu “dünya-oyunu” kavramıyla ilişkilendirir. Nietzscheci bir bakışta bu oyun “dönen bir çember” gibi algılanırken, Heidegger’de bu bir halka (Ring) metaforuyla açıklanır. Son olarak, Heidegger’in ayna-oyunu (Spiegel-Spiel) kavramı, varlığın kendini farklı yansımalar içinde açığa çıkarmasını anlatır. Yani, dünya-oyunu içinde her varolan, birbirini yansıtarak varlık sahnesinde yer alır.

Ayna Oyunu (Spiegel-Spiel) ve Oyunun Çerçevesi

Heidegger’in ayna-oyunu kavramı, oyunun çerçevesi ile bağlantılı önemli bir noktayı vurgular. Bu çerçeve, şimdiye kadar ele alınan oyun alanına yeni bir anlam kazandırır.

  • Oyun, varlığın içindeki gizliliği açığa çıkaran bir süreçtir.
  • Var olanların belirişinin oyunu olarak düşünülebilir.
  • Aynı zamanda, varlığın kaderinin bir oyun gibi işlediğini gösterir.

Heidegger’in yaklaşımı antik Yunan’daki Aion kavramına bağlanır. Aion’un oynayan çocuk olması, varlığın kendi kendisiyle oynadığı sonsuz bir oyun olduğu fikrini destekler. Yani, varlık kendi belirişini ve gizlenişini bir oyun gibi sürekli yineler ve bu süreç, Heidegger’de varlığın kaderi olarak şekillenir. Heidegger’in oyun kavramı üzerine en kapsamlı incelemesi, Der Satz vom Grund adlı eserinde yer alır. Bu eserde, neden ilkesi (“hiçbir şey nedensiz değildir”) ile oyun arasında derin bir bağlantı kurar.

  • Oyun sahasında, insan var olanları nedenleriyle birlikte düşünür.
  • Olayların sebeplerini sorgular, doğadaki şeylerin neden ve nasıl öyle olduklarını araştırır.
  • Kendi eylemlerini temellendirmeye çalışır ve bunları anlamlandırmaya uğraşır.

Bu süreç, oyunun ontolojisi ile yakından ilişkilidir. Dünya-oyunu, Heidegger’e göre “ayna-oyunu” özelliği taşır ve ikili bir yapı sergiler:

  1. Varlık hem gizlenir hem de açığa çıkar.
  2. Oyun hem bir beliriş hem de bir örtülme içerir.

Dolayısıyla, Heidegger’in oyun anlayışı, yalnızca basit bir etkinlik değil, varlığın açığa çıkma ve gizlenme sürecini açıklayan ontolojik bir çerçeve olarak düşünülmelidir.

Derrida’nın “Postmodern” Oyun Anlayışı

Derrida’nın oyun anlayışı, modern veya klasik oyun anlayışlarından farklıdır, ancak onlarla çelişmez; aksine, onları tamamlayıcı bir yönü vardır. Onun yaklaşımı, bütünlükçü olmayan, üst-anlatıları belirsizleştiren ve anlatı çeşitliliğini vurgulayan bir perspektife dayanır.

a) Differance ve Oyun

  • Differance, bir kararsızlık ve karar verilemezlik durumudur.
  • Ne tamamen aktiftir ne de tamamen pasiftir; sürekli bir fark yaratma ve erteleme sürecidir.
  • Bu süreç, anlamın kesin bir temele dayanmadan sürekli kaymasına yol açar.

b) Oyunun Sınırı

Oyunun temelinde belirli bir köken veya sabit kaynak yoktur; sadece farkların ve etkilerin oyunundan ibarettir. Bu kökenin yokluğu, aşkın bir konumun bulunmadığını gösterir. Eğer aşkın bir referans noktası yoksa, her şey bu farklar oyununun içinde kalır. Bu yüzden Derrida’da oyun, sınırları sonsuzca genişleyen bir süreçtir.

c) Dünya Oyunu ve Anlamın Süreksizliği

“Dünya oyunu”, dünyada oynanan bireysel oyunlardan biri olarak anlaşılamaz. Çünkü oyunun anlamı, tekil oyunlardan türetilemez ve kökensel bir açıklamaya dayanmaz. Bütün aşkın ve ontolojik temellendirme çabalarından vazgeçilmelidir. Böylece dünya oyunu, belirli bir merkezi olmayan, sürekli farklılaşan ve tamamlanamayan bir süreç olarak anlaşılır. Derrida’nın oyun anlayışı, herhangi bir sabit merkeze veya sonuca ulaşamayan, sürekli hareket hâlinde olan bir anlam oyunudur. Bu yönüyle Herakleitosvari bir oyun olarak düşünülebilir; yani, her şey değişim içindedir ve anlam asla tam olarak bütünleşmez.

Gadamer’in Yapısal Oyun Kavrayışı

Gadamer’in oyun anlayışı “yapısal” olarak vurgulanırken, Derrida’nın postmodern oyun anlayışıyla tamamen zıt olmadığı belirtilmektedir. Ancak, literatürde bu iki filozofun oyun kavramlarını karşıt gören birçok yorum bulunmaktadır.

  • Farklılıkların temel nedeni, oyun kavramının yapı ile olan ilişkisi konusundaki çözümlemeleridir.
  • Derrida, oyunu merkezsiz, sürekli değişen ve sabit bir yapıya dayanmayan bir süreç olarak görür. Gadamer ise oyunu daha yapılandırılmış, belirli bir anlam çerçevesinde işleyen bir fenomen olarak ele alır.
  • Onto-teolojik bağlam ve özgür oyun gibi kavramlar, iki filozofun bu konudaki dil farklılığını gösterir.

Gadamer’in oyun anlayışı, daha çok yapıya dayalı ve anlam üretmeye yönelikken, Derrida’nınki sürekli belirsizleşen bir oyundur.

diyagram, çizgi, daire içeren bir resim

Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

Huizinga’ya göre oyun, kültürden önce gelir ve hatta kültürün temelinde yer alır. Oyunun, uygarlığın başlangıcından itibaren var olduğu ve kültürlerin bir semptomu olarak ortaya çıktığı düşünülmektedir. Bu nedenle oyun, kültürden bağımsız bir fenomen olarak ele alınmalıdır. Huizinga, oyunu maddi çıkar ya da yarar sağlayan bir eylem olarak görmez ve onu günlük yaşamdan ayıran temel özelliklerinden biri olarak özerk bir oyun alanına sahip olduğunu belirtir. Oyun, belirli bir zaman ve mekân içinde gerçekleşir ve bu alan, gerçek dünyanın ortasında geçici olarak tasarlanmış bir sahadır. Sonuç olarak, oyun kültürden bağımsız bir yapıya sahip olsa da kültür ve uygarlık boyunca sürekli varlığını sürdürmüş ve insan yaşamının temel unsurlarından biri olmuştur.

Oyunun ontolojik formunun bir çember olduğu söylenebilir ve bizler bu çemberin içinde oyunlarımızı oynarız. Ancak, bu çembere ne zaman girdik ve dışına çıkmak mümkün mü gibi sorular, oyunun doğasını anlamak için önemlidir. Nietzsche’nin ebedi dönüş fikri ve Deleuze’ün yorumları, oyunun tekrarlı ve döngüsel yapısını vurgular. 

Kum saati örneğinde olduğu gibi, değişim içinde sabit kalan şey, tekrarın kendisidir. Oyunun ontolojisini mümkün kılan temel ilişki, Bir ile iki arasındaki ilişkidir. Bu ilişki, oyunun varlığını ve oyun sahasındaki hareketlerin doğasını belirler. 

Sonuç olarak, oyunun gizemi ve çember içindeki yolculuğumuzun sırrı, Bir ile iki arasındaki bu temel ilişkide saklıdır.

Bu yazı, Gamfed Türkiye gönüllülerinden Anıl Güngördü tarafından kaleme alınmıştır.

İlgili Makalelerimiz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir